Su ve Tuz

Yazıyı okumaya başlamadan önce lütfen yanınıza bir bardak su alır mısınız?

Merhaba. Benim adım Peter Ferreira ve biyofizikçi olarak “Institute of Biophysical Research” (Biyofiziksel Araştırmalar Enstitüsü) adlı bir Amerikan Araştırma Enstitüsünün yöneticisiyim.  Biyofizikçi olarak bitkiler, hayvanlar veya insanlardaki canlılığı araştırıyoruz.  İlk etapta bizi ilgilendiren şey madde değil, saf enerjidir. Su, uzun zamandır artık H2O olarak, tuz da NaCl olarak tanımlanmamaktadır.  Gerçekten bunların arkasında daha fazla şeyler vardır.

Su ve tuzu seçmemizin nedeni bedenimizin önemli oranda su ve tuzdan oluşmasıdır.  Öncelikle biyofiziğe kısa bir giriş yapmak istiyorum.  Konunun sadece su ve tuz olmadığını, bilgi (enformasyon) ve şuurluluk olduğunu çok hızlı bir şekilde anlayacaksınız.  Bütün düşünceleriniz ve bunların kaynağı, su ve tuza bağlıdır. Burada daha sağlıklı olmak için değil, daha şuurlu olmak için belirli bir suyu içmeniz veya tuzu yemeniz söz konusudur, çünkü şuurlu olursanız, otomatik olarak daha sağlıklı olursunuz.

Biyofizik, fiziğin bölümlerindendir. Fiziğe tam olarak baktığımızda, fiziğin doğa bilimi olmadığını görürüz, çünkü, fizik ilk etapta mekanikle ilgilidir, tekerleğin mekaniği, daire üzerindeki tekerlek, ve daireye aynı sonuca ulaşmak için sonsuz tekrarlanabilirlik için ihtiyaç duyarız.  Eğer tek ve aynı deneyi 100 defa yaparsak ve aynı sonuca ulaşırsak, o zaman bilimsel olarak “Bu objektiftir, bu bilimsel olarak ispatlanabilir” deriz.  Bu ölü şeylerde çok iyi fonksiyon görmektedir, peki ya canlılarda?  Doğada daire olan hiçbir şey tanımıyoruz, her şey spiraldir, yani aynı noktaya tekrar geri geliriz, fakat yine de bambaşka bir düzlemde.

Ortalama olarak 40.000 farklı hastalık tanıyoruz, bunlar için 58.000 farklı alopatik ilacımız var ve bütün bu 40.000 farklı hastalıkla uğraşan yaklaşık 1.200 farklı tıp alanı var.  Biyofizikte “Hastalık” kelimesini biz enerjideki bir açıklık, eksiklik olarak tanımlıyoruz.  Burada eksik bir şeyler vardır ve eğer bunun nedenlerine inersek, o zaman semptomlar kendiliklerinden ortadan kalkacaklardır.  Çünkü eğer sadece semptomları tedavi edersek, muhtemelen alopatik ilaçlarla, o zaman semptomu bastırmış ve sonuç olarak bir şeyleri bloke etmiş oluruz.  Hastalıklarla mücadele etmek yerine, onları tanımalıyız, çünkü hastalık çok iyi bir arkadaş olabilir, çünkü hastalık bize bir şeyler söylemeye çalışır, bizi farklı bir yöne sevk etmek için bizi değiştirir.  Eğer bunu sadece bloke eder ve bastırırsak, çünkü bu daha rahat bir yoldur, o zaman bu aynen arabanızla tatile gidersiniz ve bir süre sonra kırmızı uyarı lambanız yanar, çünkü motorda yağ kalmamıştır, bu sizi rahatsız ettiği için de lambanızın üzerine sakız yapıştırıp kapatmanıza benzer ve en geç birkaç kilometre sonra motoru sararsınız ve bütün arabayı bozarsınız.  Bedenimizi de bu şekilde görmeliyiz.  Son yıllarda çok fazla kimyasal olarak yönlendirildik.  Endüstrileştik ve kimyasallaştık.  Yemek yerken neye dikkat ediyorsunuz?  Vitaminlere, minerallere, diğer elementlere, içinde ne kadar enzim olduğuna, hangi albümin yapılarının ve benzerlerinin olduğuna ve sonuçta bunlar sadece kimyanın konusudur.

“Yaşamsal gıda” kelimeleriyle başlayalım.  “Yaşamsal gıda” demek, yaşam aracı demektir, yaşamın kendisini ortaya koymaz, onun sağlayıcısıdır.  Fakat eğer biz aracı olunacak bir şey kalmayacak şekilde işlemlerle bütünlüğünü bozarsak, o zaman yaşamsal gıdadan da söz edemeyiz, o zaman buna “ölümcül gıda” demeliyiz.  Bu bizim maddeci düşüncemizden dolayıdır, çünkü her şeyi maddeyle ilişkilendiririz, yani kimya ile.  Kimyanın maddeyi saptamasına, fiziğin ise, değiştirmesine rağmen.

Burada söz konusu olan enerjidir ve enerji, bilgiden (enformasyon) başka bir şey değildir ve biz fiziksel açıdan biliyoruz ki, enerji asla yok edilemez.  Eğer enerji, yaşamla özdeşleştirilirse, o zaman bu yaşamın yok edilemeyeceği anlamına gelmektedir.  Burada yaşamın amacını da düşünmeye başlamak zorundayız.  Prensipte hepimiz kendimizi gerçekleştirmek, şuurumuzu genişletmek için buradayız.  Burada gerçek doğa bilimine, yani matematiğe geliyoruz.  Bunun adı neden “Matematik”tir.  “Ma” madde, “te” tanrısal, “mati” ruhsallık.  Bu mükemmel bir üçgen ortaya koymaktadır.  Bu matematik, henüz bilim tanrısal öğretiden ayrılmadığı zaman ortaya çıkmıştır (oluşmuştur).  Eğer enerjiyi hayat ile özdeşleştirirsek, ki öyledir; o zaman bu, hayatı da yok edemeyeceğimiz anlamına gelir.  Bu üçlü birlik, oluşuma kadar geri gitmektedir ve matematiğin bu üçlü birliği polarize olmak, maddeleşmek için yakaladığı yer, hepimizin bildiği gibi her şeyin başlangıcı olduğu yerdir.  Ve yaşamın amacı, bu birliğe geri dönmektir.

Bu yol için enerjiye ihtiyacımız vardır.  Herkesin bedeninde 100 Watt’lık bir lambayı yakacak kadar çok akım, elektrik vardır.  Biz bu elektrikle ilgilenmekteyiz.  1984 yılında İsviçreli Atom Fizikçisi Dr.  Carlos Rieball, matematiksel olarak hesaplanabilen Naturhoustaute `yi (doğal sabite oranını) keşfederek Nobel Ödülü almıştır ki, biz bununla enerji ve madde arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak hesaplayabilmekteyiz.  Yani herhangi bir şeyin maddeleşebilmesi için ne kadar enerjiye ihtiyacı vardır?  Madde titreşen enerjiden başka bir şey değildir.  Bu enerji kendisini o kadar çok yavaşlatmıştır ki, maddeleşmiştir.  Ancak eğer en derindeki çekirdeğe atoma ulaşabilseydik, o zaman dokunulacak hiçbir şeyin olmadığını, her bir hareketin mevcut olduğunu saptardık.

Her şey her an hareket halindedir, bu mantıkla enerji kendini hareket ettirmektedir ve maddeleşmesini sağlamaktadır.  Bunun için doğal bir oran vardır, bu yaklaşık olarak 1:1 Milyardır.  Buradaki 1 Milyar ölçülebilir enerjinin sadece tek bir birimi, maddeyi maddeleştirebilmek için bulunur.  Şimdi bu ne demektir?  Bu insanların aslında sadece gerçeğin bir milyarda biri ile uğraştığı anlamına gelmektedir, yani sadece dokunabildiğimizle.  Bizler kalite yerine sadece miktarla uğraşıyoruz.  Bu şekilde her şeyde canlılığa dikkat etmeyi unutuyoruz.  Örneğin henüz yeni bir yavru dünyaya getirmiş ineğin sütünü ele alalım.  Sütü alalım ve pastorize edelim ki dayanıklı olsun ve 2 saat sonra bu pastorize edilmiş sütü yavru ineğe içirelim.  Bunu yapmadan önce tabii ki sütü biyokimyagerlere inceletelim.  Bu pastorize işlemi ile hiçbir şey kaybetmediğimizi saptarız, aynı miktarda kalsiyum ve aynı miktarda albümin vardır içinde ve bu nedenle de ambalaj üzerine her zaman bu yazılır.  Şimdi eğer bu inek yavrusu bundan içerse, o zaman bu yavru ilginç bir şekilde 21 gün içinde ölmüş olacaktır.  Bu nasıl olur?  Her şey içinde, kimyasal-analitik olarak hiçbir şey değişmedi.  Peki değişen ne ?  Sütü pastorize ederek, canlılığını aldık, sütteki molekül yapısını bozduk, sütün geometrisini bozduk.  Maddesel olarak baktığımızda sütte her ne kadar hiçbir şey eksik olmasa da, bizim `’yaşamsal gıda `’dediğimiz ayırıcı özellik eksiktir, artık o `yaşamsal gıda` değildir.  Kendimize ne kadar yaşamsal gıda aldığımızı sormamız gerekir ve eğer miktara dikkat etmektense kaliteye dikkat ederseniz, organizmanın ne kadar az gıdaya ihtiyacı olduğunu saptarsınız Amerika`da `junk-food sendromu` vardır, burada insanlar bir masaya oturmak için bile kendilerine zaman ayırmazlar, ya arabada oturarak ya da bir Mc Donalds’dan diğerine giderek yemek yerler ve bu şekilde günden güne şişmanladıkça şişmanlarlar.  Her iki saatte bir aynı açlık duygusu oluşur, çünkü beden alması gerekeni almamıştır.

Eğer biz canlılık almazsak, evrim almazsak, o zaman beynimiz haberci maddeler salgılar.  Bu haberci maddeler, bizim gıda almamız gerektiğini bize hatırlatırlar.  Aldığımız gıdada canlılık eksikse, o zaman en geç besin değişiminden sonra yine acıkırsınız.  Şimdi enerji bile almadınız, tam tersine enerji çaldınız.  Çünkü ölü gıdayı hazmetmeniz için ölçülebilir enerjiye ihtiyacınız vardır.  Bir de bunları hazmetmeniz için şöyle bir uzanmalısınız, aynı aslanlar gibi, çünkü ayağa kalkmak için artık enerjiniz kalmamıştır.  Sadece bir elma yeseydiniz, o zaman ayık olurdunuz, canlı olurdunuz.

Devam edecek…

Peter Ferreira

Diğer SU VE TUZ yazıları için lütfen buraya tıklayın.

By Cumhur Dursun

Cumhur; Ankara doğumlu. Ziraat Yük. Mühendisi. Basketbol ve hentbol, bir zamanlar olmazsa olmazları. Askerlik sonrası Lever ile başlayan iş hayatı, devamında önemli firmalarla oluşturulmuş bir tecrübe ve bilgi denizine dönüştürmüş O'nu. Reklam oyunculuğu yaptığı günlerde, tanıştığı birinden öğrenmiş resim yazmayı ve 2003'te katıldığı bir seminerde de renklerin dünyasına düşmüş. O zamandan beridir; bazen yoğun bazen aylak, desenlerinin dünyasında. Desenlerine buradan ulaşabilirsiniz. Şimdilerde yazıyor, çiziyor, fikir üretiyor, websitesi tasarlıyor. Sitelerinden soulcan.com desenleri ile ilgili, f2r.net ise konusunda bilgili yazara ev sahipliği yapan bir blog. Sevmeyi, gülmeyi, seyahat etmeyi, okumayı, söylemeyi, dinlemeyi çok seviyor.

1 comment

  1. Pingback: Su ve Tuz-2 |

Leave a comment